Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Soykırım kurbanı Uygurlar neden yalnız bırakıldı?

Uluslararası kuruluşlardan gelen raporlara göre, Çinli yetkililerin Uygur nüfusuna yönelik muamelesi, miraslarının, soylarının ve topluluk bağlarının sistematik olarak yok edilmesini amaçlamaktadır.

Uluslararası kuruluşlardan gelen raporlara

Abdulhakim İdris (*)

Doğu Türkistan 1949’dan bu yana Çin Komünist yönetimi altında olup, Müslüman Uygurları, Kazakları, Kırgızları ve diğer azınlık gruplarını ortadan kaldırmayı amaçlayan amansız bir kampanyaya sahne olmuştur. Doğu Türkistan’da ilk kez 2017 yılında dünya kamuoyunun dikkatine sunulan toplama kamplarının ortaya çıkışı, Çin komünist rejiminin Uygur nüfusuna yönelik soykırım eylemlerinin kanıtı niteliğindedir. Ne yazık ki, tamamı Batılı olmak üzere sadece 15 ülke Uygur Soykırımını resmen tanımış olup, bunların arasında hiçbir Müslüman ülke bulunmamaktadır. Hem Batılı ülkelerin hem de Müslüman devletlerin büyük ölçüde kayıtsız kalması veya Çin’in tutumuyla aynı çizgide yer alması dikkat çekicidir. Bu makale, uluslararası toplumun Uygurların içinde bulunduğu kötü durumu görmezden gelmesinin ardındaki nedenleri araştırmayı amaçlamaktadır.

Uluslararası toplumun Uygur Soykırımı konusundaki sessizliğinin ardında yatan nedenlere geçmeden önce, iki temel hususa değinmek elzemdir. İlk olarak, Doğu Türkistan’ın önemini anlamak çok önemlidir. İkinci olarak, Çin’in bu bölgede gerçekleştirdiği soykırımın ciddiyetini kavramalıyız.

Doğu Türkistan’ın en büyük önemi jeostratejik konumunda yatmaktadır. Çin ve Batı arasında hayati bir kavşak görevi gören Doğu Türkistan, Çin komünist rejiminin Batılı ülkelerle olan ilişkisinde önemli bir nokta teşkil etmektedir. Çin’in yüzölçümünün altıda birine yayılan Doğu Türkistan, Orta Asya ülkeleriyle sınırları paylaşıyor ve Pakistan üzerinden Hint Okyanusu’na uzanan ticaret yollarının bağlantı noktası olarak hizmet veriyor. 2013’te başlatılan Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’in Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan gibi ülkelerin ayrılmaz ortakları olduğu Orta Asya’daki kapsamlı projelerinin altını çiziyor. Çin’in bu girişimlere olan ilgisi, Orta Asya’nın ekonomik manzarasını yeniden şekillendirmeyi ve altyapı geliştirme yoluyla karşılıklı bağımlılığı teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu stratejinin merkezinde Doğu Asya’dan geçen projeler yer almaktadır.

Doğu Türkistan, bol doğal kaynakları ve stratejik konumu nedeniyle Çin için büyük önem taşıyor. Bölge, Karanlık ve Altay dağlarının eteklerinin yanı sıra Urumçi, Kaşgar, Hoten, Kuçar ve Karaşehir gibi önemli şehirlerin çevresinde yer alan geniş kömür yataklarına sahiptir. Ayrıca Turfan, Aksu ve İli gibi bölgeler önemli altın rezervleri ve bakır madenleri barındırmaktadır. Özellikle uranyum yatakları beş farklı bölgeye dağılmış olup, kalay, amonyak, cıva ve kurşun gibi diğer madenler de çeşitli yerlerde bulunmaktadır.

Doğu Türkistan’ın önemli bir bölümünü kaplayan geniş Taklamakan Çölü, zengin petrol rezervlerini gizlemektedir. Tahminler, Taklamakan, Turfan ve Dzungaria Havzalarındaki toplam petrol rezervlerinin 160 milyar metreküpü aştığını göstermektedir. Ayrıca, Doğu Türkistan’ın geniş tarım arazileri de kayda değer bir değerdir. Dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı olarak bilinen Çin, pamuk ekimi için büyük ölçüde Uygur emeğine güveniyor. Şok edici bir şekilde, raporlar Çin’in pamuk ihracatının yüzde 84’ünün Uygurların anavatanlarında köleleştirilmesi ve zorla çalıştırılması yoluyla üretildiğini göstermektedir.

Yukarıda verilen kısa özet dikkate alındığında, Çin Komünist Rejiminin ekonomik yayılmacılık ve küresel hakimiyet arzusuyla Doğu Türkistan’daki acımasız soykırım kampanyasını sürdürdüğü açıktır. 1949’dan bu yana Çin’deki komünist yönetim, bir dizi baskıcı politika ve eylem yoluyla Doğu Türkistan üzerinde derin bir nüfuza sahip olmuştur. İslam hedef alınmış ve Uygur toplumunun kimliğine yönelik saldırılar acımasızca sürdürülmüştür. Bölgenin zenginlikleri yağmalanarak Uygur halkının ekonomik gücü felce uğratıldı. Aynı zamanda, demografik yapıyı değiştirme çabaları, Han Çinli yerleşimcilerin akınına uğrayarak yerli sakinlerin oranını azalttı.

Doğu Türkistan, nükleer deneyler için bir test alanı olarak hizmet vermiş, bu da ciddi çevresel ve sağlık tehlikelerine yol açmıştır. “Kültür Devrimi” binlerce Uygur aydınının hedef gözetilerek öldürülmesine ve çok daha fazlasının hapsedilmesine tanık oldu. İslami eğitim üzerindeki kısıtlamalar yoğunlaşırken, 1980’lerden bu yana “Aile Planlaması” politikası Uygur nüfus artışını engellemeye çalıştı. Uygurların hareket özgürlüğüne getirilen ciddi kısıtlamalar ve zorlu pasaport edinme süreçleri, baskıcı rejimin bölge üzerindeki hakimiyetinin altını daha da çizmektedir.

Çinli yetkililer 2017’den bu yana “Sert Vuruş” kampanyası adı altında bir dizi acımasız önlem başlattı, özellikle Uygur nüfusunu hedef alan toplama kampları inşa etti ve milyonlarca Uygur ve diğer Türki halkları gözaltına aldı. En son teknolojiyi kullanan rejim, Orwellian distopyasını anımsatan kapsamlı bir gözetim uyguladı. Zorla kürtaj, zorla kısırlaştırma, sistematik cinsel istismar, çocukların ailelerinden zorla ayrılması gibi üzücü zulümleri detaylandıran raporlar ortaya çıkmıştır. Ayrıca, zorla çalıştırma, modern kölelik, istemsiz organ toplama ve krematoryumların işletilmesini kapsayan soykırım iddialarına ilişkin ciddi endişeler dile getirilmiştir.

Uluslararası kuruluşlardan gelen raporlara göre, Çinli yetkililerin Uygur nüfusuna yönelik muamelesi, miraslarının, soylarının ve topluluk bağlarının sistematik olarak yok edilmesini amaçlamaktadır. Gözetleme kuleleri, dikenli teller, heybetli çitler ve ağır silahlı muhafızlarla çevrili çalışma tesisleri şeklinde tezahür eden toplama kamplarının varlığı doğrulanmıştır.

Eski tutukluların anlattıklarına göre kamplardaki yaşam, ağır siyasi telkinler, dini ve etnik kimliklerin zorla terk ettirilmesi ve ölümcül sonuçlara yol açan acımasız fiziksel ve psikolojik işkencelerle şekilleniyor. Tanıklıklar, sistematik toplu tecavüz vakalarını, bilinmeyen maddelerin zorla yutulmasını, yiyecek ve uykudan mahrum bırakılmayı, susuz bırakılmayı ve hijyenik olmayan, aşırı kalabalık yaşam koşullarını ortaya koymaktadır. Bu korkunç koşullar, insan haklarının açık ihlali olarak uluslararası toplum tarafından yaygın bir şekilde kınanmıştır.

Çin Komünist rejimi de, Uygurların birlik ve beraberliğini teşvik eden merkezi bir dayanak olarak kabul ettiği İslam’a karşı bir kampanya yürütmüştür. Bu düşmanlık, İslam’ın bir “akıl hastalığı” olarak aşağılandığı ve Uygur kültürel ve tarihi kurumlarının söküldüğü veya eğlence mekanları olarak yeniden düzenlendiği resmi belgelere ve politikalara yansımıştır. Kur’an-ı Kerim nüshaları ve Uygur tarihine ilişkin kitaplar da dahil olmak üzere çok sayıda dini ve kültürel eser sistematik olarak toplandı ve yok edildi. Xi Jinping, Temmuz 2022’de Doğu Türkistan’a yaptığı bir ziyaret sırasında İslam’ın Çin değerleri ve sosyalizm ile uyumlu hale getirilmesi gerektiğini vurguladı. Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) “İslam’ı Çinlileştirme” politikası, İslami ilkelerin komünist ideolojiye uygun olmasını ve dini uygulamaların yalnızca partinin çıkarlarına hizmet etmesini gerektiriyor. Hükümet yetkilileri tarafından “yasadışı İslami kıyafet” olarak kabul edilen Uygur kadınlarının geleneksel kıyafetleri kamusal alanlarda zorla çıkarılmaktadır.

İslami eğitimle ilgili dini makaleler ve materyaller yasaklanmış ve camiler sistematik olarak yıkılmıştır. Uzman tahminlerine göre 2017’den bu yana yaklaşık 16.000 cami yerle bir edilmiş, 8.500’ü tamamen yıkılmış olup bu rakam Doğu Türkistan’daki camilerin %65’ine tekabül etmektedir. Ayrıca, Ningxia ve Gansu gibi ağırlıklı olarak Müslüman olan eyaletlerdeki camiler ya kapatıldı, ya yıkıldı ya da alternatif kullanımlar için yeniden tasarlandı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 22 Kasım 2023 tarihli bir raporu, Ningxia’daki 1.300 caminin 2020’den bu yana kapatıldığını veya yeniden kullanıldığını ve bunun bölgedeki toplam camilerin üçte birini oluşturduğunu ortaya koydu. Çinli yetkililer dini ayinleri ve uygulamaları Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve Xi Jinping’e saygı eylemleri olarak yeniden yorumlamaya çalışmış, bu da ezan, tespih kullanımı ve duaların kendisinde değişikliklere neden olmuştur. Bu önlemler, Çin’deki İslam’ın yalnızca ÇKP’nin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermesini sağlamayı amaçlayan daha geniş bir “Çinlileştirme” çabasının bir parçası olarak algılanmaktadır.

Çok sayıda haber makalesine, hayatta kalanların ilk elden anlatımlarına, bağımsız uluslararası kuruluşların raporlarına ve çok sayıda STK’nın savunuculuk çabalarına rağmen, Müslüman Uygurlara yönelik soykırım büyük ölçüde kontrolsüz bir şekilde devam etmektedir. Şaşırtıcı bir şekilde, ABD gibi belirli Batılı ülkelerin ötesinde, daha geniş uluslararası toplum ve Müslüman çoğunluğa sahip devletler, Çin’in Uygur azınlığa yönelik acımasız zulmüne karşı kararlı bir şekilde harekete geçmemiştir. Peki neden? Bu sorunun cevabı, hem Batılı ülkelerin hem de Müslüman devletlerin Çin ile sürdürdükleri karmaşık diplomatik ve ekonomik ilişkiler ağında yatıyor.

Ekonomik ve diplomatik çıkarların çoğu zaman insan hakları kaygılarını gölgede bıraktığı pragmatik bir bakış açısı hakimdir. Ne yazık ki, Çin Komünist rejiminin gerçeklerden yoksun ve eylemlerini aklamaya yönelik propagandası küresel sahnede kabul görmektedir. Dahası, ABD’nin eski güvenlik danışmanı merhum Henry Kissinger’ın ünlü doktrini Realpolitik’in etkisi büyüktür. Kissinger’ın Çin’in küresel sahnedeki itibarını güçlendirmeye hizmet eden Mao sonrası ÇKP’nin otoriter rejimine verdiği destek, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve diplomatik hususların önceliğinin altını çizmektedir. Çin’in 1980’lerde kapitalist çerçeveye entegrasyonu, Doğu Türkistan ve Tibet gibi bölgelerde devam eden insan hakları ihlallerine rağmen Batılı şirketler için kârlı yatırım yolları açtı.

Gerçekten de Kissinger’ın vefatından önce Çin’e yaptığı ziyaretler sırasında devlet başkanına benzer bir statüye yükseltilmesi, Pekin’in diplomatik ilişkileri kolaylaştırmadaki rolüne verdiği değeri göstermektedir. Sonuç olarak, ulusların Çin’in Uygurlara yönelik zulmüyle yüzleşme konusundaki isteksizliği, küresel meselelerde jeopolitik çıkarlar, ekonomik teşvikler ve insan hakları mülahazaları arasındaki karmaşık etkileşimin altını çizmektedir.

Dahası, Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) projelerine katılmanın cazibesi, ulusların Uygur Soykırımı konusundaki sessizliğine katkıda bulunan bir başka faktördür. Girişimle ilgili tartışmalı ekonomik ve sosyal sonuçlara rağmen, Kuşak ve Yol Girişimi, küresel nüfusun yaklaşık yüzde 65’ini ve dünya GSYİH’sinin üçte birini etkilemeye hazır, tarihteki en büyük altyapı girişimlerinden biri olarak duruyor. Karayolları ve demiryollarından iletişim ağlarına, enerji boru hatlarına ve limanlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsayan girişim, muazzam bir öneme sahiptir.

Ön tahminler, KYG kapsamında altyapı gelişimi için gereken toplam yatırımın yaklaşık altı trilyon ABD dolarına ulaşabileceğini göstermektedir. Çin Devlet Konseyi Kalkınma Araştırma Merkezi’ne göre, Kuşak ve Yol Girişimi’ne katılan ülkelerin altyapı ihtiyaçlarının karşılanması için 10,6 trilyon ABD dolarının üzerinde bir yatırım gerekebilir. Kuşak ve Yol Girişimi’nin vaat ettiği ekonomik fırsatlar ve altyapı gelişimi, ülkelerin Uygur Soykırımı’nı görmezden gelmeleri için zorlayıcı bir teşvik sunmakta ve küresel sahnede ekonomik çıkarlar ile insan hakları mülahazaları arasındaki karmaşık etkileşimin altını çizmektedir.

Sessizlikten bahsetmişken, İslam İşbirliği Teşkilatının (İİT) Doğu Türkistan’daki insanlık dışı uygulamaları önlemek için büyük bir sorumluluğu vardır. Ancak İİT bu sorumluluğunu yerine getirmemiş hatta zaman zaman ÇKP’nin yanlış bilgilendirme kampanyalarına destek vermiştir. İİT’nin 2019 yılında Abu Dabi’de yapılan toplantısında Uygur halkına yönelik soykırım iddiaları görmezden gelinmiş ve Çin’in politikalarından olumlu bir dille bahsedilmiş; sadece dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bu toplantıya katılmayarak farklı bir duruş sergilemişti. Aynı yıl BM İnsan Hakları Konseyi’ne Çin’i destekleyen bir mektup imzalayan ülkeler arasında İİT üyesi Müslüman ülkelerin de bulunması dikkat çekiciydi.

Sonraki yıllarda İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve üye devletleri, Uygur diaspora toplulukları ve insan hakları örgütlerinden gelen eleştirilere rağmen Çin’e desteklerini sürdürmeyi tercih etti. Bu kararlı duruş, Pakistan’da düzenlenen 2022 İİT Dışişleri Bakanları toplantısına onur konuğu olarak Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin davet edilmesiyle kanıtlanmıştır. Toplantıda Uygur Soykırımına değinilmemesi, örgütün bu konudaki duruşunun altını daha da çizmiştir.

İİT üyesi ülkelerin sessizliği uluslararası arenada da kendini göstermiştir. BM’ye 2019 yılında yapılan bir başvuruda, Batılı ülkelerin öncülüğünde Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerine dikkat çekilmesine rağmen, Çin’in yanında yer alan Müslüman ülkelerin imzaladığı bir karşı mektup yayımlandı. Ekim 2022’de BM İnsan Hakları Konseyi’nde Uygurların insan hakları durumunun görüşülmesi için sunulan bir önergeye çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin ret ya da çekimser oy kullanması Uygurlarda hayal kırıklığı yaratmıştı. İİT’nin Çin ile ilişkilerini daha da güçlendiren son hamlesi ise Çin’in politikalarını öven bir Doğu Türkistan ziyareti oldu. İİT ve üye ülkelerin bu tutumu, Çin ile sürdürmek istedikleri ekonomik, siyasi ve diplomatik ilişkilerin bir sonucu olarak görülüyor. Bu ülkeler kendi insan hakları ihlalleri nedeniyle uluslararası yaptırımlarla karşı karşıya kalmış ve zor zamanlarda Çin’in desteğine güvenmişlerdir. Ayrıca Çin, enerji piyasalarında etkili bir güç haline gelmiş ve Kuşak ve Yol Girişimi ile İslam dünyasını kendi etki alanına çekmiştir.

Müslüman devletlerin çoğunlukta olduğu Arap ve Orta Doğu bölgesi incelendiğinde, petrolün öneminin yanı sıra Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) etkisi de ortaya çıkmaktadır. Çin’in Arap dünyası ile stratejik ilişkileri ekonomik ve diplomatik açıdan büyük önem taşıyor ve Çin hükümetini Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlalleri konusundaki incelemelerden korumada çok önemli bir rol oynuyor. Ekonomik olarak Çin, küresel üretim kapasitesini sürdürmek için kritik önem taşıyan petrol ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamak için Arap ülkelerine büyük ölçüde güveniyor. Suudi Arabistan, Irak, BAE, Umman ve Kuveyt, Çin’in petrol ihtiyacının %52’sini karşılayarak bu ülkeleri stratejik ortaklar olarak konumlandırıyor.

Bu ülkeler, 2013’teki başlangıcından bu yana Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında imzalanan çok sayıda anlaşmayla Çin ile önemli ortaklıklar kurdu. Örneğin Mısır, Süveyş Kanalı boyunca uzanan stratejik konumu nedeniyle merkezi bir konuma sahiptir. Bu arada İran’la yapılan 25 yıllık 400 milyar dolarlık anlaşma gibi önemli anlaşmalar Çin’in bölgeyle derinleşen bağlarının altını çiziyor. Çin hükümetinin desteklediği şirketler Arap ülkelerindeki büyük projelere ve altyapı çalışmalarına öncülük ediyor.

Ancak Çin yatırımları, yerel ekonomik büyümeyi teşvik etmekten ziyade, kaynakların öncelikli olarak Çin’den temin edildiği fırsatların Çinli şirketlere aktarılmasıyla sonuçlanmaktadır. Sonuç olarak Arap dünyası ekonomik olarak Çin’e giderek daha fazla bağımlı hale gelmekte ve bu dinamik Çinli kurumlardan alınan borçlarla daha da kötüleşmektedir. Bu ekonomik karşılıklı bağımlılık Çin’in bölgedeki etkisini daha da pekiştirmekte ve Arap dünyasındaki ekonomik çıkarlar ile diplomatik ilişkiler arasındaki karmaşık etkileşimin altını çizmektedir.

Diplomatik alanda bu ekonomik bağımlılık Arap dünyasını Çin’in yörüngesinde tutuyor. BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip olan Çin, bu avantajını Arap dünyasını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için kullanıyor. Arap ülkeleri uluslararası arenada Çin’in pozisyonlarını sorgusuz sualsiz desteklemekte, Amerika ve Batılı ülkelerle ilişkilerinde Çin’in çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir. Bu durum Türkçedeki “borç alan emir alır” deyiminin en somut ve dramatik örneklerinden birini oluşturmaktadır.

İslam dünyasında Doğu Türkistan’daki soykırıma yeterince ilgi gösterilmemesine ve bunun sonucunda Uygur halkının izole edilmesine katkıda bulunan faktörlerden biri, bazı Müslüman Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK’lar) ve İslam alimlerinin Çin ile aynı çizgide yer almasıdır. Çin Komünist Rejimi, terörle mücadele kisvesi altında baskıcı politikalarını meşrulaştırmayı amaçlayan kendi propaganda çabalarının bir parçası olarak Müslüman ülkelerden temsilcileri, akademisyenleri ve kanaat önderlerini stratejik olarak ağırlamaktadır.

Örneğin, bu yılın başlarında Dünya Müslüman Topluluklar Konseyi Başkanı ve çeşitli ülkelerden akademisyenlerden oluşan bir heyet Doğu Türkistan’ı ziyaret etti. Bu heyet, Çin’in sözde “terörle mücadele önlemlerini” destekleyen ve Uygur Soykırımını reddeden açıklamalarda bulundu. Bu tür eylemler sadece Çin’in söylemini güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Uygurlara karşı işlenen ağır insan hakları ihlallerini ve soykırımı ele alma çabalarını da baltalıyor.

Uygur Araştırmaları Merkezi’nin raporuna göre, 2019’dan bu yana çok sayıda diplomat, akademisyen ve gazeteci görünüşte Çin’in politikalarını desteklemek için Doğu Türkistan’ı ziyaret etti, ancak devam eden soykırıma son verilmesi çağrısında bulunmaktan kaçındı. Ayrıca, Çin’in etkisi altındaki Arap ülkelerindeki medya kuruluşları, Çin hakkında olumsuz haberler yaymaktan kaçınmakta ve Çin’in propaganda çabaları için etkili bir kanal görevi görmektedir.

Çin Kıtalararası İletişim Merkezi, bölgeye özel Çin merkezli içeriği yaymak için Orta Doğu’daki medya ağlarıyla işbirliği yapmaktadır. Xinhua da dahil olmak üzere Çin medya kuruluşları Orta Doğu medyası ile içerik anlaşmaları yaparak Çin’i olumlu gösteren içeriklerin yayınlanmasını kolaylaştırmaktadır. Bu düzenlemeler, Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerinin sert gerçeklerini gizlerken Çin’in çıkarlarıyla uyumlu bir anlatıyı sürdürüyor.

Bununla birlikte Çin, Arap ülkelerinde kamuoyunu yönlendirme çabalarını aktif bir şekilde düzenleyerek, Doğu Türkistan’daki soykırıma karşı çıkan seslerin bastırılmasını sağlarken, politikalarını savunan Çinli yetkililere de geniş yer verdi. Örneğin, Suudi Arabistan’daki Çin Başkonsolosu ve Çin Dışişleri Bakanı gibi üst düzey yetkililere, Doğu Türkistan’daki eylemlerinin gerekçelerini dile getirmeleri için basında platformlar verildi.

Mısır’da büyük gazeteler Çinli yetkililerin baskılarına boyun eğerek Doğu Türkistan’daki durum hakkında yanıltıcı bilgiler yaymak üzere sayfalarını açtılar. Al Ahram’ın editörü, Doğu Türkistan’daki toplama kamplarını eğitim tesisleri olarak nitelendirerek, işlenen vahşeti etkili bir şekilde akladı. Katar ve Ürdün de dahil olmak üzere diğer Arap ülkelerindeki devlet destekli yayınlar da Çin’in Uygur Soykırımını inkarını yineleyerek konuyla ilgili tartışmaları Batı’nın Çin’e karşı yürüttüğü kampanyanın bir parçası olarak çerçeveledi.

Bu ortak çabalar sadece Müslüman Uygurlara yapılan zulmü uluslararası toplumdan gizlemekle kalmadı, aynı zamanda Çin’in terörizmle mücadele eden tek güç olduğu yönündeki yanlış anlatıyı da yaydı. Medyanın bu kasıtlı manipülasyonu, gerçeği gizlemeye ve Çin’in Doğu Türkistan’daki eylemlerini çevreleyen anlatı üzerindeki hakimiyetini sürdürmeye hizmet ediyor.

Sonuç olarak, Çin Komünist rejiminin bariz ve devam eden Uygur Soykırımına rağmen, paradoksal bir şekilde İslam dünyasından önemli bir destek aldığı açıktır. Çin, petrol ticaretinden Kuşak ve Yol Girişimi’ne katılıma kadar çeşitli sektörlerde Müslüman ve Arap uluslarla başarılı bir şekilde ittifaklar kurarken, insan hakları örgütlerinin soykırımı durdurma çağrılarını göz ardı etmiştir. Trajik bir şekilde, Uygur diasporasının Doğu Türkistan’daki soykırıma karşı farkındalık yaratma ve karşı çıkma yönündeki cesur çabaları bazen Batı’nın entrikaları veya Çin’in yükselişini engelleme girişimleri olarak yanlış nitelendiriliyor. Bu acı gerçek, karmaşık jeopolitik dinamiklerin altını çizmekte ve Doğu Türkistan’da devam eden soykırımın ele alınması için acilen ortak uluslararası eylem ihtiyacını vurgulamaktadır.

(*) Uygur Araştırmaları Merkezi başkanı

Okumadan Geçme  Çinliler ABD'de karakol kurdu