Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Allame Muhammed İkbal ve Doğu Türkistan

Mir Kamil Kaşgarlı –
Mir Kamil Kaşgarlı – İnsicam Dergisi

Son dönemlerde Pakistan devleti üst düzey yöneticilerinin Çin ile ilişkilerini iyi tutmak için Çin işgali altındaki Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik peş peşe yaptığı düşmanca açıklamalar, Uygurları ümmetin ve İslam dünyasının bir parçası olarak gören bütün duyarlı insanları son derece hayal kırıklığına uğratmış ve bu bir İslam cumhuriyetine yakışmayacak tavır olarak değerlendirilmiştir.

Nitekim Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin, 16 Aralık 2015 tarihinde yaptığı Çin ziyareti esnasında, “Ordumuz ülkemizde bulunan Uygur Mücahitleri tamamen temizledi” diye açıklamalarda bulunmuş ve bu açıklamalardan memnun kalan Çin yönetimi de Pakistan’dan hayatta kalan Doğu Türkistanlı Müslümanlara karşı operasyonların devam etmesini istemiştir.

Çin’i ziyaret eden Pakistan Halkla İlişkiler Direktörü General Asım Selim Becva da Çin’in ‘Global Times’ gazetesine yaptığı açıklamasında ülkesindeki Doğu Türkistanlı sığınmacıları işaret ederek, “Çin’in düşmanlarına karşı yılmadan savaşacağız. Çin’in düşmanları bizim de düşmanımızdır. Çin’in düşmanlarını ezmekten ve yok etmekten çekinmeyeceğiz…” şeklinde Pakistan’ın devlet egemenliği ile bağdaşmayan ve yakışmayan açıklaması ile tepki çekmişti.

Dolayısıyla Pakistan’ın İslam kardeşliği ile bağdaşmayan bu tür eylem ve söylemleri, özellikle Çin’in Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik emsalsiz dini baskıları, son süratle uygulamakta olduğu sinsi asimile ve yok etme politikaları altında, canları pahasına milli ve dini değerlerini koruma mücadelesi vermekte olan, üstelik binlerce yıllık komşusu, çok derin akrabalıkları ve kültürel bağları olan, en önemlisi Müslüman kardeşleri olan Pakistan’ın bu tutumu Müslüman Uygur Türklerini kahretmektedir.

Pakistanlı ünlü Yazar Faraz Talat Efendi de Pakistan hükümetinin bu tavrına karşı sert eleştirilerde bulunmuş ve Pakistan’ın önde gelen yayın organlarından Şafak Gazetesi’nde yayınlanan Komünist Çin’in İslam Düşmanlığı ve Pakistan’ın Sessizliği başlıklı makalesinde, “Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrinde sakal bırakan bir Müslüman Uygur ile onun tesettürlü kıyafetinde ısrar eden eşinin ağır hapis cezasına çarptırıldığını hatırlatarak, Pakistan yönetiminin Batı’daki İslamofobi’yi şiddetle eleştirirken, Komünist Çin’in İslam düşmanlığını görmezlikten gelmesi tamamen bir çifte standartlı davranıştır ve kabul edilemez”  ifadelerini kullanmış ve yazısını şöyle sürdürmüştür:

“Pakistanımızın fikir babası, ünlü İslam düşünürü ve şairi Allame Dr. Muhammed İkbal, örnek şiirinde tarihi Kaşgar’ı ‘Mukaddes Haremeyn’i (yani Mekke ve Medine’yi) koruyan, doğu sınırındaki İslam’ın en müstahkem kalesi’ olarak tarif etmiştir. Uygur Müslümanların bu şehrini, İslam’ın en önemli mübarek şehirlerinden biri ve Müslümanların gözdesi olarak işaret etmiştir.  Ancak, olayın en düşündürücü yanı ise yüce İslam’a ve Müslüman Uygurlara karşı yapılmakta olan Çin zulmünün, üstad İkbal’in bu kadar çok önemsediği ve övdüğü Kaşgar şehrinde cereyan etmesidir. Günümüzde Doğu Türkistan’daki Komünist Çin zulmüne ve İslam düşmanlığına Pakistanlı siyasilerin sessiz kalması hayret uyandırmaktadır. Halbuki, Pakistanlı siyasetçiler her fırsatta Batı’daki İslam düşmanlığını şiddetle eleştirmektedir. Peki, Komünist Çin’in Müslüman Uygurlara yaptığı zulmün ve İslam düşmanlığının Batı’dakinden farkı nedir? Pakistan yönetimi ve siyasetçilerini, “her gün daha da şiddetlenen ve her gün daha da çığırından çıkan Çin’in zulmünü ve İslam düşmanlığını da görmeye davet ediyorum. Bizim samimi ve çok yakın komşumuz Komünist Çin ile oturup konuşmamızın zamanı gelmiştir. Onunla ülkesindeki İslam düşmanlığı uygulamalarını konuşmalıyız. Bunun sırasının geldiğini düşünüyorum.”

Şimdi gelelim Hindistan’daki Müslümanlara özgürlük fikirleri aşılayarak Pakistan’ın kuruluşuna öncülük eden, Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin manevi kurucusu, fikir babası, İslam düşünürü ve milli şairi Allame Muhammed İkbal (1877-1938)’in Doğu Türkistan’a yönelik bakışı ve sevgisine…

Ben Pakistan’da İslami eğitim görmüş bir Doğu Türkistanlı olarak, Yazar Faraz Talat Efendinin de dile getirdiği Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin manevi kurucusu ve İslam düşünürü Muhammed İkbal’in Kaşgar hakkındaki meşhur örnek şiirini küçükken ezberlemiştim. Bu şiir, Hindistan ve Pakistan’dan günümüze kadar İslam birliği ve kardeşliği konusundaki her konferansta başlık olarak kullanılmaya ve afişlerde yer almaya devam etmektedir. Aynı zamanda ilkokul ve ortaokulların müfredatlarında da yer alan bu şiir, ümmetin birlik bilincini öğrencilere aşılamaya yönelik çok önemli edebi bir miras olarak görülmektedir.

İslam düşünürü Muhammed İkbal’in 1924’te kaleme aldığı,

Bir olsun Müslümanlar harem’i korumak için

Nil sahilinden taa Kaşgar topraklarına kadar

(Bâng-ı Derâ) 1924

bu mısralar, İslam mütefekkiri Muhammed İkbal’in mücadelesinin sadece Hindistan ve Pakistan ile sınırlı olmadığı ve bütün İslam dünyasını kapsadığının önemli bir kanıtı olmakla beraber, özellikle 1924’te Çin Mançurya işgali altında bağımsızlık mücadelesi vermekte olan Kaşgar (ya da Kaşgariye devleti olarak da bilenen Doğu Türkistan)’ın, Çin’in değil, tam aksine İslam dünyasının bir parçası ve İslam birliğinin en doğudaki kalesi ve mihenk taşı olduğunu ortaya koymaktadır.

Ayrıca merhum üstad Muhammed İkbal 1924’te Çin işgaline karşı tarihi Hoten şehrinden başlayan bağımsızlık mücadelesine Peyami Maşrık adlı meşhur eserinde özellikle yer vermiş ve

“Vatanın sert kumu

Senin ayağına yasemindir Ey Hoten

geyiğine benzeyen devem!

Daha çabuk adım at

Konağımız (Hedefimiz) uzak değildir.”

mısraları ile Doğu Türkistan mücahitlerine gayret vermekle beraber, Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını kendi gayesi ve hedefi olarak ifade etmiştir.

Üstad Muhammed İkbal, Doğu Türkistan’a o kadar gönül vermiş ki, çoğu kez Doğu Türkistan’ın tarihi, kültürü ve o dönemdeki durumu hakkında kıymetli değerlendirmelerde bulunmuş, basın açıklamaları yayınlamış, hatta 12 Kasım 1933’de bağımsızlığını ilan eden Kaşgar merkezli “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” kısa süre sonra tekrar Çin’in işgaline uğradığında, Hindistan’a hicret etmek zorunda kalan efsane lider Mehmet Emin Buğra (12 şubat 1901- 29 Nisan 1965) ile Lahor’da buluşmuş ve uzun uzun fikir alışverişinde bulunmuştur.

1930’lu yıllarda Doğu Türkistan genelinde  başlayan Milli Kurtuluş  Hareketi önderlerinden, Hoten Cephesi Başkomutanı ve 12 Kasım 1933’de  Kaşgar merkezli kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti devletinin kurucusu ve  Doğu Türkistan Türklerinin efsanevi liderlerinden, din bilgini, şair, yazar, tarihçi ve  devlet adamı Mehmet Emin Buğra (Emir Hazretim) 27 Nisan 1958’de Pakistan’ın Lahor şehrinde düzenlenen Allame İkbal’i Anma Törenine özel davet ile konuşmacı olarak katılmış ve merhum İkbal ile gerçekleştirdiği buluşmasını Urduca şu şekilde aktarmıştır. (Türkçe tercümesi)

     Lahor’da Akdedilen İkbal’i Anma Töreninde Söylediğim Konuşma [1]

İkbal ve Bir Türkistanlı mülteci

27/04/1958

    Sayın Başkanlarım ve dinleyiciler! İkbal merhumun vefat yıl dönümü törenine katılmaktan duyduğum sevinç ve gurur sonsuzdur.

     Benim Urduca konuşmam o kadar düzgün değilse de yine size bu dil ile hitapta bulunmayı tercih ediyorum. Çünkü bir Pakistanlı şairin ‘Zebani yar’i men Türki, ve men Türki nemi danem’ mısrasındaki şikayetine hedef olmak istemiyorum. (Sevgilimin dili Türkçedir, ne yazık ki ben Türkçe bilmiyorum, demektir)

     Merhum Allame İkbal’in dünya çapındaki İslam reformu nazariyesinin doğru ve zaruri bir ıslah yolu olduğu bütün dünya Müslümanlarının nazarlarında gün geçtikçe vuzuh kesp etmektedir. Çünkü onun bütün ömrü boyunca müdafaa etmiş olduğu hakiki İslam mefkuresi, millet nazariyesi, vatan nazariyesi ve maddi ve manevi hayat nazariyesi, gerçi bazı kimseler tarafından “tatbiki çok zor olan nazariyeler” olarak vasıflandırılmış ise de benim edindiğim kanaatlere göre İkbal’in hayat nazariyesi benimsenmedikçe ve yaşama usulü buna göre tanzim edilmedikçe Müslümanlar için bugünkü durumdan kurtuluş yolu göze çarpmamaktadır. Bu yıl içerisinde yapmakta olduğum İslam dünyası seyahati esnasında müşahedelerime göre bu nazariye mektebine intisap edenlerin sayısı süratle çoğalmaktadır. Kuvvetle ümit ediyorum ki bu yüksek nazariye, er veya geç tatbik sahasına intikal edecektir ve bu suretle İkbal’in İslam tarihinde ebedileşen büyük değerlerden biri olduğu meydana çıkacaktır. Ben, burada, İkbal ile görüştüğüm sırada edindiğim şahsi intibalarımı ve bizim hürriyet mücadelemizin en karanlık devrinde onun bizim yolumuza nasıl ışık vermiş olduğunu size kısaca arz etmek isterim:

     Doğu Türkistan’da 1931-1934 arasında vuku bulan hürriyet savaşının kan içici Çin ve Rus müdahalesi neticesi olarak akim kalması ve milli kuvvetlerin dağılması üzerine Hindistan’a iltica ettiğim sırada, Lahor’a gelerek merhum Allameyi ziyaret etmiş idim ve Himalaya dağlarını geçerken yazdığım bir Arapça şiirimi kendisine sunmuştum. Şiir şu beyitle başlıyordu:

Ey Himalaya! Kalk yardım et bize

Başımıza felaketler getiren zamaneye karşı koy

Çünkü sen bizim anamızsın ve ilelebet böylesin

Biz, senin çocuklarınız ey kahramanlar anası!

     İkbal merhum, bu şiiri okuyarak çok müteessir oldu, bana şefkatle tesellide bulundu, hürriyet mücadelemizde muvaffak olacağımızı müjdeledi ve diğer birçok nasihatleri içine alan şiirlerinde bazı parçaları hep beraber hatırlamamızı daha faydalı bulmaktayım. (Burada İkbal’in muhtelif eserlerine serpilmiş olan şiirlerinden birçok parçalar okudum.)

Allame merhum, nasihatlerini bitirdikten sonra Peyami Maşrık (onun meşhur eserlerinden biri)’dan bir cilt bana hediye etti ve kitabı hemen açtım, ilk gözüme ilişen şiir, “Hicaz devecisinin türküsü” başlıklı kasidenin şu parçası idi (Türkçe tercümesi):

Vatanın sert kumu

Senin ayağına yasemindir Ey Hoten

Geyiğine benzeyen devem!

Daha çabuk adım at

Konağımız (hedefimiz) uzak değildir.

(Peyami Maşrık 1924)

     İlk gözüme ilişen bu şiir parçası, benim için büyük bir sürpriz mahiyetinde idi şöyle ki: Doğduğum Hoten şehrinin adı geçiyordu, vatanın sert kumunun vatanı seven için yasemin gibi latif tasvir edilişi, nihayet erişilecek gayenin yakınlığı müjdesi, bir araya toplamıştı. Bu sürprizin bana vermiş olduğu heyecanı siz de takdir edersiniz.

    Şunu da esefle arz edeyim ki, bu görüşmeden birkaç gün sonra ben, Hint toprağını terk etmek zorunda kaldım ve Allame merhumu bir daha ziyaret etmek fırsatı elime geçmedi.

    Burada İkbal’in, istila altında bulunan Türkler hakkındaki yüce düşüncelerini açıklayan şiirlerinden birkaç parça okumak istiyorum:

1. Üstad İkbal, “Türklüğün Rüyası” başlıklı şiiriyle mahkûm Türklerin bu hale gelmiş olduğunun sebeplerini ve uğradıkları feci durumlarını ve kurtuluş yolunu canlandırmaktadır:

Türklüğün Rüyası

Birçok seccadeli ve sarıklılar haydutluk ediyorlar

Birçok Hristiyan çocukları aç gözlülük ediyorlar

(Netice) Din ve milletin giyimleri paramparça oluyor

Memleket ve devletin kaftanı dilim dilim yırtılıyor

(Türklük söyleniyor) “Benim elimde anca, Müslümanlık kalmıştır. Bu ışık da üstüne düşen paçavralar

altında sönüp gitmezse!”

Semerkant ve Buhara (Türkistan) toprağını kuşatıyor (Türklük söyleniyor) “Etrafıma ne kadar uzaklara

baksam da tehlike yüzüğün halkası ve ben yüzüğün taşı gibiyim!”

Birdenbire Semerkant toprağı yarılıyor

Ve Timur’un mezarından bir ışık yükseliyor

Bu ışığın beyazına şafak rengi karışıktı

Bir ses gürlüyor «Ben Timur’un ruhuyum!

Eğer Türk erleri kuşatılmış bir duruma düşmüşse de

Allah’ın isteği katiyen kuşatılamaz

Acaba! Türklüğün yaşama şartları öyle bir ağır hale mi düştü ki?

Esir Türkler, hür Türklerin himayesinden mahrum kalıyor

Ey İslam’ın bayraktarı Türklük! Kendine yeniden bir düzen ver!

Dünya’ya yeni bir inkılâp örneği göster!»

      2. İkbal, diğer bir beyitle Türkistan Türklerinin şimdiki feci akıbetinin neden ileri gelmiş olduğunu anlayamadığını ve bu kahraman Türklerin böyle bir duruma düşmesinden duyduğu hayreti ifade ediyor:

“Hiçbir kimse Allah’ın takdirinin mantığını anlayamaz,

Yoksa Timurlu Türklerinin Osmanlı Türklerinden hiçbir eksikliği yoktur”

    3. Diğer bir beyitle Türkistan Türklerini Timur’un mirası olan hürriyet, kahramanlık ve başka değerlerini aramaya davet ediyor ve bu parlak tarih miraslarını unutulurlarsa, insanlığın bütün şerefli yaşama meziyetlerinden mahrum kalacaklarını ihtar ediyorlar:

Timur’un miras metaını sokağa atan bir millet,

Ne fakir ve ne sultan yaşamaya layık olamaz.

      Saygıdeğer beyefendiler! İkbal’in İslam dünyasına miras bırakmış olduğu kıymetli hikmet hazinelerini layıkıyla kıymetlendirmek için, burada gördüğüm sizlerin gösterdiğiniz gayretler çok cesaret vericidir. Bu münasebetle sizlere samimi tebriklerimi sunarım ve hepinizi hürmetle selamlarım.”

***

Okumadan Geçme  Ruşen Abbas: Dünya artık Uygurlar hakkında konuşmalı

Velhasıl, Doğu Türkistan’ın büyük mücahit lideri Mehmet Emin Buğra’nın yukarıdaki konuşmasında da gördüğümüz gibi, İslam ile özdeşleşen Türk sevgisi, özellikle ümmetin toplumsal tevhidi ve İslami vahdetini yeniden inşa etmek sevdası ile yanıp tutuşan Üstad Muhammed İkbal’e göre Timur’un evlatları da ve Osmanlının evlatları da İslam dünyasından ibaret büyük bir ailenin iki kahraman bayraktarlarıdır.

Dolayısıyla Hint kıtası Müslümanları, İngiliz istilasına karşı zorlu bir özgürlük mücadelesi surecinden geçerken Allame Muhammed İkbal bir yandan İslam dünyasının batıdaki son kalesi olarak gördüğü Türkiye’nin Çanakkale Savaşı için seferber olup, yer yer düzenlediği konferanslar neticesinde 1,5 milyon sterlin yardım toplayıp, Türkiye’ye göndermiş[2] diğer yandan İslam dünyasının doğudaki son kalesi olarak gördüğü Doğu Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesi ile yakından ilgilenmiş. Şiirleri ve eserleri ile onlara olan sevgisini ifade ettiği gibi zaman zaman yaptığı açıklamalarla da Doğu Türkistan’ın geleceği ve bağımsızlığının ümmete nasıl büyük güç katacağı konusundaki görüşlerini kamuoyu ile paylaşıyordu.

Doğu Türkistan’ın Efsane lideri Mehmet Emin Buğra (Emir Hazretim) 25 Nisan 1958’de Pakistan’ın Sialkot şehrinde düzenlenen İkbal’i Anma Töreni’ndeki Urduca konuşmasında Üstad İkbal’in Doğu Türkistan’a olan bakışını, tavsiye ve nasihatlerini şu şekilde aktarıyordu. (Türkçe tercümesi)

Sialkotta Akdedilen İkbal’i Anma Töreninde Söylediğim Konuşma[3]

     Sayın başkan ve sayın dinleyiciler! Allame İkbali anma törenine iştirakle sonsuz bir iftihar duymaktayım. Bu kıymetli fırsatı bana bahsetmiş olan dostlarıma samimi teşekkürlerimi sunarım. Allame merhumun herkesçe güneş gibi aşikâr olan faziletlerini benim beyan eylememe ihtiyaç yoktur. Ben yalnız şunu arz etmek isterim ki İkbal merhumun ister nazariyeleri ve ister ameli hareketleri hiçbir zaman Hindu-Pakistan kıtası Müslümanlarının menfaati dairesi içerisinde sıkışıp kalmamış ve bu büyük kıta, onun uçsuz bucaksız okyanus gibi imanının içindeki sayısız adalardan bir tanesiydi. İkbal’in nazariyesi, İslam dininin bütün İslam dünyası çapında yeniden temiz ve parlak halinin gerçekleşmesinin lüzumu ve yegâne kurtuluş çaresinin de bu olduğu merkezinde idi. Onun ameli hareketi ise bütün İslam dünyasının ıslahını ve saadetini hedef tutan kıymetli mefkurelerinin hiçbir vatan ve millet farkı gözetmeksizin bütün Müslüman milletlere takdim etmekten ibaretti. O, dünyanın her köşesindeki Müslüman milletlerin işleriyle meşgul idi ve her bir Müslüman milletin kurtuluşu ve saadeti için en doğru düşüncelere sahip idi.

     Benim bu arz ettiğim gerçeğin bir misali olarak Doğu Türkistan’da vuku bulan 1931-1934 inkılabı hususunda Allame merhumun o zaman vermiş olduğu beyanatından bazı parçalar arz etmek isterim:

İkbal, beyanatına şöyle başlamıştır: “Türkistan çok geniş bir memleket olup hâlihazırda üç parçaya bölünmüş bulunmaktadır. Birinci parçası Rus istilası altındadır, ikinci parçası Afganistan’ın hükmü altındadır, üçüncü parçası Çin istilası altındadır. 1912’de Doğu Türkistan’da Çinli hâkimlerin tayin edilmesi ve hükümet tarafından hepsi Müslüman olan ahali üzerine Çin dilini kabul ettirmek için zor kullanılmak istenmesi büyük bir huzursuzluğun yayılışına sebep olmuştur.”

    Allame, bu inkılabın sebebini şöyle hülasa etmiştir: “Bunun asıl sebebinin bir dini taassup olmadığına kaniyim, gerçi bu gibi hareketlerde liderler halkın her türlü hissiyatını alevlendirmek ihtiyacını duyarlar fakat hakiki sebebin iktisadi vaziyet olduğu anlaşılmaktadır.”

     Bundan sonra İkbal, Doğu Türkistan inkılabında tutulması lazım gelen hattı hareket hakkındaki düşüncelerini şu cümleler ile açıklamıştır: “Bugün dünyada her şey koyu milliyetçilik (ırkçılık) etrafında dönmektedir. Bu gibi nazariyeyi ben, asrımızdaki medeniyetin çehresine düşen çirkin bir leke telakki ediyorum. Benim endişem şudur ki Asya’nın herhangi bir yerinde dar milliyetçilik kendini gösterecek olursa bu, çok tehlikeli neticelere sebep olabilir. İslam dünyasının dini himaye etmek maksadıyla her şeyden mühim vazifesi bu meseleyi halletmektir. Eğer Asya memleketlerini halihazırdaki fena durumdan kurtarmak isteniyorsa, bunun yolu yalnız şudur: İslam nazariyelerini kabul etmek, milli (ırkı) üstünlük düşüncesini bir tarafa atmak ve insanlığın umumi menfaatini göz önünde tutmak. Ben, Doğu Türkistan inkılâbının büyük Turancılık hareketi haline sokulmamasını temenni ediyorum.”

     Allame, bu cümleden sonra, Doğu Türkistan inkılâbının Turancılık şeklini aldığı takdirde Afgan Türkistan’ına tesir etmesinden ve bundan doğacak olan fena neticelerden endişesini açıklamıştır.

      Sayın Baylar! Burada bir -arasöz- olarak şunu arz edeyim ki: İkbal merhumun bu tedbirli düşünceleri bizim inkılâp mefkûremizin mühim noktalarından birini teşkil ediyordu. Biz inkılâp hareketine başlarken bu mevzudaki kararımız şunlardı:

                    – Dar milliyetçilik (ırkçılık) hissiyatından uzak kalmak,

                    – İslami bir cumhuriyet kurmak,

                    – İslam memleketleriyle samimi bir dostluk münasebeti inşa etmek.

İnkılabımızın ikinci yılında Afganistan’a bir heyet yollayarak bütün suizanları yok etmek, kardeşlik, iyi komşuluk bağımızı kuvvetlendirmek arzumuzu bildirdik ve biraz hafif silah istedik. Bundan çok iyi bir netice almıştık.

      Allame merhum, beyanının sonunda Doğu Türkistan inkılâbının muvaffakiyetini temenni ederek bu muvaffakiyetin faydalarını şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bu hareketin muvaffak olmasında şu faydalar vardır, ahalisinin takriben %99’u Müslüman olan Doğu Türkistan’da mesut ve kuvvetli bir İslam devleti kurulmuş olacaktır ve bu suretle oradaki Müslümanlar uzun yıllardan beri çektikleri Çin’in zulüm ve istibdatlarından kurtulmuş olacaklardır. Doğu Türkistan çok zengin bir ülkedir, fakat Çinlilerin zulüm, istibdat ve nizamsızlıkları yüzünden bu memleketin ancak %5’i ekilebilmektedir. Hindistan, Çin ve Rusya arasında bir İslam devletin kuruluşu ile Çin faşizmi, Bolşevizm, ateistlik ve dinsizlik tehlikeleri gerçi Orta Asya’dan büsbütün süpürülüp gitmezse de Hindistan Müslümanlarının hududundan daha da uzaklaşmış olacağı muhakkaktır.”

      Saygıdeğer beyefendiler! İkbal merhumun bu arzuları suya düşmüş değildir, hâlâ olduğu gibi durmaktadır. Doğu Türkistan Müslümanları, bundan 27 yıl önce başladıkları hürriyet savaşlarını hâlâ devam ettirmektedirler. İkbal’in müjdelediği mesut ve kuvvetli bir İslam devletinin kurulmasına Doğu Türkistanlıların imanı, tazeliğini muhafaza etmektedir. Şimdiki halde Doğu Türkistan’ı istilası altına almış olan komünist Çin’in siyasi, iktisadi ve dini baskılarından kurtulmak için o memleketin ahalisi bütün imkânlarıyla mücadele etmektedir. Aynı zamanda Batı Türkistan, İdil-Ural, Kırım ve Kafkas Müslümanları da Bolşevik Rus istilasından kurtulmak mücadelesine devam etmektedirler.

     Muhammed İkbal, “Cengiz, Timur ve Babür’ün vatanı olan bu memleketler şimdi de ala derecede kahraman kumandanları yetiştirebilir” demiştir.

      Evet onun dediği gibi Türkistan Türkleri, Allah’ın yardımıyla dünyayı hayran bırakacak kahramanlık destanları yaratacaktır ve yakın bir günde mukaddes bayrağını şehitlerin mezarları üzerine dikecektir. Allah, İkbal merhuma rahmet ve İslam dünyasına nusret versin.

***

Doğu Türkistan’ın efsane lideri Mehmet Emin Buğra’nın, İkbal ve görüşleri hakkındaki bu konuşmasından da gördüğümüz gibi İslâm milletinin ihyası, bütün ümmetin birliği ve dirliği için İkbal’in yüreğinde yanan o muazzam ateş, sadece İkbal ile sınırlı kalmamıştı. Onun dava arkadaşları ve sonraki Pakistan liderleri de kendi kapasite ve imkanlarına göre İkbal’in düşünce mirasına sahip çıkarak, ümmetin ayrılmaz bir parçası olan mazlum Uygur Müslümanlarına yakın ilgi göstermiştir.

Mesela; Doğu Türkistan’ın efsane liderlerinden merhum İsa Yusuf Alptekin, Ekim 1938’de Bombay’a gelir gelmez Muhammed Ali Cinnah tarafından kabul edilmiştir[4], İsa Yusuf Alptekin’in Doğu Türkistan’dan, yani o dönemdeki Hindistan’da tanınan adı ile (Çin Türkistanı)dan geldiğini duyunca çok sevinmiş, yanındaki Çin heyetini göstererek “evet şimdi anlaşıldı siz bunlara benzemiyorsunuz” demiş ve hemen Doğu Türkistan’daki Müslümanların durumlarını sormuş, Müslümanın Müslümandan başka dostu olamadığını telkin etmiştir. İsa Bey’e ne gibi yardımda bulabileceğini sormuş,  merhum lider İsa Yusuf Alptekin, Hint Müslümanların önde gelen liderleri ile tanışmak istediğini söyleyince Muhammed Ali Cinnah “bu konuda ben size yardımcı olurum, bir çoğuna mektup yazarım” demiş ve genel sekreterine “önde gelen birkaç Müslüman liderlere hitaben İsa Bey’i takdim eden mektup yazmasını emir etmiş, hatta Laknu’da düzenlenmesi planlanan Müslüman Birliği Partisi’nin (Muslim League) büyük kurultayına İsa Yusuf Alptekin beyi özel davet etmiştir[5].”

Ekim 1938’de yapılan bu görüşmede Muhammed Ali Cinnah, Çin-Japon savaşının sonucu hakkında çok ilginç bir öngörüde bulunmuştur. “Çin milliyetçi hükümeti Japonlar ile savaşmadan meseleyi masada halletmesi gerekiyor. Eğer savaşır ise Çin milliyetçileri kaybedecek ve sonuç olarak da Çin komünistleri ülkeye hâkim olacak. En tehlikeli olan da budur” demiştir[6]. (Bir de buradan bakarsak, Uygurlar konusunda adeta Çin’den yana tavır alan Pakistan hükümetinin kendi kurucu liderlerinin değerleri ve görüşleriyle ne kadar da büyük bir çelişki içerisinde olduklarını görebiliyoruz.)

Okumadan Geçme  Uygur Soykırımı’nın en acı örneği; babasının ölümünü bile aylar sonra öğrendi

Muhammed Ali Cinnah’tan sonraki Pakistan liderleri de mazlum Uygurlara belirli ölçüde ilgi göstermiştir.

Doğu Türkistan’ın efsane lideri merhum İsa Yusuf Alptekin’in bizzat kendi elleriyle yetiştirdiği oğlu ve bilgi donanımı ile diasporadaki Uygurların en önde gelen liderlerinden Sayın Erkin Alptekin Bey, babasının daha sonra Pakistan Başbakanı Muhammed Ali Buğra ve Pakistan Devlet Başkanı General Eyüp Han tarafından da kabul edildiğini şöyle aktarıyor:

“Merhum babam Pakistan Başbakanı Muhammed Ali Buğra ile 1955 yılında Başkent Karaçi’de ve Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han ile 1966 yılında Rawalpindi şehrinde görüştü. Babam Pakistan başbakanı ve devlet başkanlarıyla yaptığı görüşmelerde kurulduğu günden itibaren Pakistan hükümetinin bu ülkeye gelen Uygur muhacirlerine ve Pakistan’da yerleşen göçmenlere gösterdiği ilgi için aynı zamanda onlara sağladıkları kolaylıklar için teşekkür etmiştir. Bildiğiniz gibi, 1930’larda Doğu Türkistan’da patlak veren ayaklanmalardan sonra 1937 yılında Pakistan’ın Peşaver şehrine gelip yerleşen Kazak kardeşlerimiz vardı[7]. Bunlar babama 01.07.1952 yılından beri mektup yazarak, Pakistan’daki Çin Büyükelçiliği’nin bu ülkede yaşayan Uygur ve Kazak kardeşlerimize memlekete dönmeleri için baskı yapmakta olduklarını, bu nedenle bir an önce Türkiye’ye gitmek istediklerini ve bu konuda kendilerine yardımcı olmalarını talep ediyorlardı. Nitekim, Merhum Mehmet Emin Buğra Bey ile babamın hummalı çalışmaları sonunda Pakistan’daki Uygur ve Kazak kardeşlerimiz de Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir. Ayrıca, Doğu Türkistan’daki Çin zulmünü etraflıca anlatarak, Pakistan hükümetinden Çin ile olan dostluk ilişkilerinden faydalanarak, Çin hükümetini Doğu Türkistanlı Müslümanlara daha insancıl davranmaya davet etmesini rica etmiştir. Her iki lider de babama konuyla yakından ilgileneceklerini ifade etmiştir. Hindistan korkusuyla Çin’e sarılan Pakistan’ın babama olağanüstü bir yanıt vermesi de mümkün değildi.”

Sayın Erkin Alptekin Bey’in dediği gibi Pakistan Cumhurbaşkanı General Eyüp Han yönetiminin ülkesindeki Doğu Türkistan göçmenlerine sağladı kolaylıklar 1963’te Çin ile sınır anlaşması imzalayana kadar çok güzel devam etmiştir. Peşaver şehrinde “Encümen-i Şarki (Doğu) Türkistan Kazak Muhacirin Peşaver Cemiyeti” kurulduğu gibi Karaçi ve Rawalpindi şehirlerinde de dernekler kurulmuş. Çin zulmünden kaçarak, Afganistan ve Keşmir yolları ile Pakistan’a kadar gelen Doğu Türkistanlıların başka ülkelere gitmelerine kolaylıklar yaratmış, hatta Pakistan devlet radyosunun Türkistan masasında 1962’de tarihçi yazar Muhammed Ruhi Uygur’un çalışmaları ile Uygurca yayınlar başlamıştır. Ama yayın başlayıp 6 ay sonra Çin ve Sovyet’in baskısı ile Uygurca yayın durdurulmuş ve günümüze kadar Özbekçe yayın devam etmektedir. Pakistan idarecilerinin Hindistan korkusuna Doğu Türkistan Müslümanlarından vazgeçme eğilimi ilk General Eyüp Han döneminde başlamıştır.

Bir yandan Cemmu ve Keşmir konusunda Hindistan ile giderek kızışan anlaşmazlık, öbür yandan 1962’deki Çin–Hindistan anlaşmazlığı sırasında ABD’nin  Hindistan’ı yeniden silahlandırmaya başlaması, General Eyüp Han’ı Çin’e itmiş ve kurulan yakın ilişkiler sayesinde Çin’den önemli ölçüde askeri yardım almıştır. Çin ile 13 Ekim 1962’de başlayıp, 2 Mart 1963’te tamamlanan sınır antlaşması dönemin Çin Dışişleri Bakanı Çen yi ve Pakistan Dışişleri Bakanı Zulfikar Ali Butto tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma uyarınca Pakistan, kendi denetimindeki Keşmir bölgesinin bir kısmı olan (Şakisgam vadisini) (shaksgam valley) Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir meselesi çözüme kavuşana kadar Çin’in denetimi altında tutulması şartı ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne teslim etmiştir[8]. Bu sayede Çin Hükümeti, işgal altındaki Tibet ve Doğu Türkistan bölgelerini birbirlerine karayoluyla bağlama fırsatını elde etmiş ve işgalini daha da müstahkem hale getirmiştir. Keşmir’e ait olan bu gölgeyi Keşmir halkının referandumuna sunmadan, tek taraflı karar ile Çin’e teslim etmek, aynı zamanda Çin’in Doğu Türkistan ve Tibet’teki işgalini güçlendirmesine büyük katkı olmuş ve dolayısıyla mazlum Uygur Müslümanlarına yönelik en şiddetli kardeş tokadı olmuştur. Çin bu bölgeyi elde ettikten sonra Hindistan’a savaş açmış ve tartışmalı “Aksayçın” bölgesini işgal ederek, Doğu Türkistan’daki katliamlarına korkusuzca hız verme fırsatı yakalamıştır. Sınır bölgelerdeki stratejik öneme sahip noktaları her türlü hilelerle elde ederek, dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı kendini koruma altına aldığından iyice emin olan işgalci Çin hükümeti, 1950’den sonra Doğu Türkistan’ın bütün kapılarını kapatıp, dünyadan tecrit etmek suretiyle 1983’te Pakistan sınırı açılıncaya kadar asimile etme, Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik vahşice katliam, soykırım ve dönüştürme siyasetini çok rahat bir şekilde sürdürmüştür.

General Ziya-ül-Hak’ın Doğu Türkistan Sevgisi

Çin’in, özellikle Mao’nun aşırı derecede etkisi altında hatta Mao’nun şapkasını takmadan hiçbir toplantıya katılmayan, Pakistan’ı adeta komünist bir ülkeye dönüştürecek kadar ileri giden Zülfikar Ali Butto hükümetini, 1977’de kansız bir darbe ile deviren General Ziya-ül-Hak, 1978’de Pakistan devlet başkanı olduktan sonra, Çin de Doğu Türkistan’da ayağını denk almaya mecbur kalmıştır. 1980’de Doğu Türkistanlıların ibadet özgürlüklerine izin vermiş, kapatılan camileri açmış hatta 1983’te Pakistan sınırının açılmasıyla Doğu Türkistan Müslümanlarının Pakistan üzerinden kafileler halinde hacca gitmelerine de izin vermiştir. İşgalden 34 sene sonra ilk defa yurt dışına çıkma ve hac farzını yerine getirme imkanına sahip olan Uygur hacı adaylarının ilk kafilesi, bizzat Pakistan Devlet Başkanı General Ziya-ül-Hak tarafından sınırda karşılanmış, kendisinin özel misafirleri olarak ağırlanmış ve yolcu edilmiştir. Ziya-ül-Hak’ın özel emri ile mazlum Uygur Müslüman hacı adaylarının Sust sınır kapısından İslamabat’a kadar olan yolculuğu ve oradan da hacca gitmeleri sırasında ücretsiz taşıma, konaklama ve yemek hizmetleri sunulmuştur. Gelmekte olan hacı adaylarının sayısı artınca Ziya-ül-Hak’ın kendi tarifi ile “Allah’ın misafirleri ve üstelik ümmetin en ilgisiz kalan mazlumları” olan Doğu Türkistan Müslümanları için İslamabad ve Rawalpindi şehrinde özel “Hacı kampları” ve sadece Doğu Türkistanların yanlarında getirdikleri ürünlerini satabilecek “hacı marketleri” kurulmuştur.

Ziya-ül-Hak’ın hep mazlum Doğu Türkistan Müslümanlarından yana tavır almasıyla, efsane lider İsa Yusuf Alptekin 1978’de Karaçi’de düzenlenen İslam konferanslarına katılarak, 1980 yılında Mekke’de Dünya İslam Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçilmişti. Bu toplantı ve konferanslarda Doğu Türkistan’ı temsil ederek Doğu Türkistan lehine kararlar alınmasına vesile olmasının büyük etkisi olmuştur[9].

Yüreğinde Allame Muhammed İkbal’in ümmet kaygısını taşıyan ve İslami hassasiyeti ve zalime karşı dik duruşu ile İslam dünyasında örnek lider olarak tanınan Ziya-ül-Hak, Çin işgali altında dini eğitimden mahrum bırakılan mazlum Doğu Türkistan çocukları ve gençlerinin Pakistan’da eğitim alması için özel teşvik ve desteklerde bulunmuş, Doğu Türkistanlı 25 civarı genci Rawalpindi şehrinden kendisi bizzat minibüsle Lahor’a götürerek Madridsi’ye yerleşmiştir.

Ziya-ül-Hak’ın Doğu Türkistanlılar için sağladığı eğitim desteğinden yararlan mazlum Uygurların 3 binden fazla olduğu ve yaklaşık 300 öğrencinin de değişik alanlarda mezun olduğu, aynı zamanda Pakistan’dan bir eğitim güzergâhı olarak yararlanan gençlerin sayısı yaklaşık 5 bin ile ifade ettiği bilinmektedir. Ziya-ül-Hak’ın Doğu Türkistanlılara sağladığı bu güzel hizmetler onun şehadetinden hemen sonra son bulmuş ve hatta Doğu Türkistanlı hacıların mallarına el koyacak, yollarda Pakistan polislere mazlum hacıların paralarını gasp edecek kadar iki yüzlülüklere yol açmıştır.

Ziya-ül-Hak’ın şehadeti zaten çok fazla şüpheliydi. Bir şahsa değil Pakistan ve tüm İslam alemine kumpas kurulmuştu. Çünkü Ziya-ül-Hak, o dönemde tıpkı şu anki Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan gibi İslam ümmetinde bir örnek ve sembol isim olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan, Bangladeş ve Orta Asya ile birlikte bir İslam bloğu kurmak rüyasıydı. Bu İslam bloğundan Batılı güçler endişe duyduğu gibi Rus ve Çin komünist hükümeti de çok endişe duymaktaydı. Dolayısıyla önceden planlanmış bir oyunla şehit edildi. Ziya-ül-Hak, 17 Ağustos 1988’de içinde ABD Büyükelçisi Arnold Raphel, Pakistan Genelkurmay Başkanı ile 27 kişinin daha bulunduğu uçağına yapılan sabotaj sonucu düşürülmesiyle şehadete kucak açtı. Uçağının düşürülmesi ile ilgili olarak doğrudan olmamakla beraber ABD, İsrail, Hindistan ve Sovyetler Birliği şüpheli görüldü. Ama Çin yine eskisi gibi Pakistan’ın hiç şüphe duyulmaz kurtarıcı bir dostuna dönüşmeye devam etti. Ziya-ül-Hak’ın şehadetinden sonra Pakistan iç siyaseti zayıfladı. Dış siyasette de ikili oynamalar Pakistan’ı yalnızlaştırdı. Özellikle 11 Eylül terör saldırısından sonra Pakistan’ın Taliban’a karşı savaşıyor gibi görünüp, gerçekte ise Taliban güçlerini ABD ve batı ülkelerine karşı bir koz olarak kullanmak için Çin ile iş birliği yürütmesi Batı’nın tepkisini çekerek, uzaklaşmasına ve daha çok Çin’e bağımlı hale gelmesine yol açtı. Neticede Ziya-ül-Hak’ın vefatından sonra iş başına gelen Pakistan yöneticileri, işgalci Çin’in tutumlarına karşı dik bir duruş sergileyemedi. 1997 yılında ise, hakkında Pakistan mahkemesinde dava devam etmekte olan, haklarında mahkeme daha karar vermeyen 17-23 yaş arası 12 Uygur sığınmacı genci, Pakistan güvenlik güçleri gece baskını ile Çin’e iade etmek suretiyle Pakistan anayasasını bile kendileri ayaklar altına almıştır. Bu menfur olay Çin’de ziyarette bulunmakta olan Pakistan Cumhurbaşkanı Faruk Lağari’nin Pekin’den telefonla verdiği emirle gerçekleşmiştir. Tarihi ve köklü kardeşlik bağları olan mazlum Doğu Türkistanlı Müslümanların uğradığı, Pakistan yasalarıyla hele hele İslam ve vicdan ile hiç bağdaşmayan bu haksızlığa karşı Gelgitliler ayağa kalkmış ve haftalarca hükümeti protesto etmiştir. Mazlum Uygurlar ise telin etmek ya da seccadelerde ah çekerek, Allah’a havale etmek ile yetinmiştir.

Bu tür yaklaşımlar Pakistan’ın Çin’e bağımlı hale gelmesindeki en önemli etken olan Keşmir meselesini çözmek bir yana dursun, tam aksine daha da derinleştirip, karanlık bir çıkmaza sürüklediği gibi Pakistan’ın ekonomik büyümesine de kayda değer bir fayda sağlayamamıştır.  Kesintisiz bir şekilde hem kara hem deniz yolu ile ülkeye gelmekte olan ucuz Çin malları, Pakistan’ın küçük ve orta ölçekli işletmeleri sanayisini haksız rekabete sürükleyip, yüzlerce fabrikanın kapanmasına ya da mecburen dönüştürülmesine dolayısıyla yüz binlerce kişinin işsiz kalmasına yol açmıştır ve açmaktadır. 

Pakistan ekonomisinin ortalama büyüme hızı, Çin’e yaklaşmadan önce 1960’larda %6,8 yakınlaştıktan sonra 1970’lerde %4,8 1980’lerde %6,5 1990’larda %4,6 2000’lerde ise %4,8 olarak gerçekleşmiştir. Ardından 2008 ekonomik krizi nedeniyle bozulan ekonomisi, 2009 yılında hükümet tarafından izlenen mali politikalar ve IMF ile imzalanan “stand-by” anlaşması sayesinde iyileşme belirtileri göstermeye başlamış. Ancak 2010 Temmuz ayında ülke tarihinin en büyük sel felâketi yaşanmış; toprakların %20’sini sular altında bırakan, 24 milyon kişiyi etkileyen ve yaklaşık 10 milyar dolar tutarında hasar meydana getiren sel felâketi sonucunda, tarım üretimi ciddi darbe almış, ulaşım ve iletişim altyapısı kayda değer ölçüde zarar görmüş ve 2010-2011 mali yılında ekonomik büyüme ancak %2,4 seviyesinde gerçekleşebilmiştir. 2012-2013 mali yılında %3,6 olarak kayda geçmiştir. 2015 yılında da %2,5 kayda geçen büyümesine karşın enflasyon ise %8’in üzerinde seyretmiştir.

Okumadan Geçme  Ramazan, Uygur Müslümanlar için daha fazla yasak ve kısıtlama anlamına geliyor

Sonuç olarak şu bir gerçek ki, Çin-Pakistan dostluğunun kazananı yine hilebaz Çin olmuştur, Pakistan’ın kazanımı ise sadece Hindistan’a karşı güven duygusu ve ortadaki anlaşmazlıklara çözüm üretmek değil, daha da derinleştirmek ve ekonomik açıdan her geçen gün geriye gitmek olarak geri dönmüştür.

Pakistan’ın önde gelen medya organlarından “Pakistan Expres” gazetesinde yayınlanan habere göre, bu duruma isyan bayrağı çeken Pakistanlı ekonomistler “Çin’in iddia ettiği gibi Pakistan’ın kalkınması için halka balık avlama yöntemlerini öğretmediklerini, aksine Pakistan halkına ölmüş balık yemeye zorlamakta ve alıştırmakta olduğu” konusunda görüş birliği içinde olduklarını ifade etmiştir.

Özgür Asya radyosu haber portalında yer alan bilgilere göre; halen sürmekte olan bu tartışmalarda özellikle bu ekonomik koridorun en önemli ayaklarından olan karayolu yapımı ve bu inşaat için Çin bankalarının verdiği kredi konusu dikkati çekiyor. Bu konuyu değerlendiren Pakistanlı ekonomistler Çin’in verdiği bu kredilerin ileride Pakistan hazinesine büyük zararlar verebileceğini ve bunun ise ileride çok “tehlikeli sonuçlara” sebep olabileceği uyarısında bulunuyorlar. Çin’in tamamını Pakistan’a borç vererek Pakistan topraklarında yapacağı bu koridorun Pakistan ekonomisine hiçbir ekonomik katkısının olmadığını, bu projenin tamamen Çin’in çıkarlarına hizmet edeceğini belirtiyorlar. Pakistan yönetiminin kara yolu inşaatını tamamen Çin şirketlerine verdiğini, Pakistan inşaat sektörünün ise çalışamaz, işsiz ve tamamen felçli hale düşürüldüğü ifade ediliyor.

Özgür Asya Radyosu’na açıklamada bulunan Pakistanlı bağımsız aktivist ve İnsan Hakları Savunucusu Kayyum Uygur şöyle konuştu:

“Kaşgar’ı Pakistan’ın Arap denizi kıyısındaki limana bağlayan, karayolunun uzunluğu 2,2 bin km. dir. Pakistan’da bu yolun inşaatı için ihale açıldı. Daha çok Çin şirketleri bu ihaleye iştirak ettirildi. Pakistan’ın önde gelen Karakurum ve National adlı büyük inşaat şirketleri Çin’in itirazı üzerine ihaleye sokulmadı. Pakistan şirketleri bu yolun inşaatı için 90 milyar rupi teklif vermelerine rağmen ihaleyi Çinli şirketlere 214 milyar rupiye ihale edildi. Bu Navaz Şerif Hükümeti’nin Çin’e yaranmak için Çinli şirketleri açıktan kayırıp desteklemesinden başka bir şey değildir. Üstelik bu inşaata Pakistan’ın Çin’den aldığı kredi’nin %90’ı ABD doları olarak ödenecektir. Çünkü Çin ile kredi anlaşması böyle yapılmıştır. Çin, kredi, yardım ve kalkındırma adı altında Pakistan’ı ekonomik olarak kuşatıyor. Pakistan halkı bunun hâlâ farkında değil. Ancak son zamanlarda yolun yapılacağı güzergahta yaşayan halk uyanmış durumda. Çünkü, Pakistan halktan istimlak ettiği arazilerinin bedelini ödemiyor. Halk Çinli şirketlerin faaliyetlerini ve davranışlarından bazı şeylerin bilincine varmaktadır. Çin’in ekonomik gücünü kullanarak Pakistan ekonomisini monopol ettiği görülmektedir. Bu çok tehlikeli bir durum. Çin ‘İpek yolu Ekonomik Koridorunun canlandırılması’ ve benzeri sloganlar altında komşularını özellikle Pakistan’ı ekonomik ablukaya almış durumda. Ben bu durumu ilerisi için çok tehlikeli buluyorum.[10]

Yüksek öğrenimi Pakistan’da tamamlayan ve uzun süre bu ülkede kalan İstanbul merkezli Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği Başkanı Hidayetullah Oğuzhan, Pakistan siyasetçilerin sığınmacı Doğu Türkistanlılara yönelik tutumları hakkındaki görüşünü şöyle aktarıyor:

“Pakistan Mayıs 1997’de 12 Uygur kardeşimizi kanunsuz bir şekilde Çin’e teslim ederken, gece operasyon düzenledi ve bunu Pakistan kamuoyundan gizlemek zorunda kaldı. Şu ana kadar yüzlerce kardeşimizi iade etmiştir. Hatta BM tarafından mülteci statüsü kazanan ve İsveç’e gönderilmek üzere olan Uygur öğrencileri bile Çin’in direktifi doğrultusunda Çin’e teslim etmiştir.  Şimdilerde ise aşiret bölgelerinde hayatlarını korumaya çalışan sığınmacıları terörist yaftası ile sorgu sualsiz bombalayarak öldürmektedir. Hükümet bunların arkasındaki gerçekleri Pakistan kamuoyundan gizlemekle kalmayıp, kendi güdümündeki medyayı kullanarak sürekli Çin propagandası yapmakta ve Çin’i halkın gözünde yüceltmeye, şirin göstermeye çalışmaktadır. Pakistan kamuoyu bu nedenle Çin’i yeterince bilmiyor ve tanımıyor. Oysa Pakistanlı Kardeşlerimizin bu konuda Çin’e gerekli tepkiyi göstereceğinden hiçbir zaman şüphemiz yoktur.”

Sonuç

Ben de Pakistan’da eğitim gören biri olarak şunu belirtmek isterim. Ben Pakistan’ı değil, hükümetin tutumunu kınıyorum. Pakistan halkı benim İslami kardeşlerimdir, Allame Muhammed İkbal’in ümmet şuurunu taşımakta olan ve nerde bir mazlum Müslüman varsa onların yanında yer almasını en iyi bilen Pakistan halkının eninde sonunda kendi hürmetlerine baskı yaparak, bu tür tutumlarını değiştirmeye zorlayacağına inanıyorum.

Allame Muhammed İkbal’in, “Bir olsun Müslümanlar Harem’i korumak için, Nil sahilinden taa Kaşgar topraklarına kadar” çizdiği ümmet sınırları, neden “Karaçi sahilinden taa Gilgit topraklarına kadar” dar ve çıkarcı bir anlayışa değişilsin ki.

Allame Muhammed İkbal “Hindistan, Çin ve Rusya arasında bir İslam devletin kuruluşu ile Çin faşizmi, Bolşevizm, ateistlik ve dinsizlik tehlikeleri Hindistan Müslümanlarının hududundan daha da uzaklaşmış olacağı muhakkaktır” derken neden Çin faşizmi ile bu kadar yakın ilişkiler kurulsun? Ne olur Çin ile olan ilişkilerinizde elinizi vicdanınıza koyarak, ümmetin çıkarına olmasa da Pakistan’ın geleceğini ve halkın menfaatini düşünün, batı ülkelerine karşı Çin ile birlikte nasıl Taliban’ı bir koz olarak kullandıysanız, Doğu Türkistanlıları de hiç olmazsa Çin’e karşı elinizdeki son koz olarak görmeye şimdiden başlayın.

Çin ile yapılan görüşmelerde hiç çekinmeden Uygur Müslümanlarıyla İslami kardeşlik ve binlerce yıllık akrabalık bağlarınızın olduğunu yiğitçe ortaya koyun! Doğu Türkistan’da uygulamakta olduğu asimile politikalarını ve İslam düşmanlığının Guwadra Limanı da dahil, İpek Yolu projesine büyük zararlar verebileceğini anlatın, onları zülüm ve baskı politikalarından vazgeçirmeye ve ikna etmeye çalışın. Bunun size büyük kazanç olarak geri döneceğini, hiç olmazsa mazlumların ahını üzerinize çekmek yerine, dualarını alacağınızı aklınızdan çıkarmayın.  

 Son olarak ulu ecdatlarımızın binlerce yıl önce bizi uyarmak için miras bıraktığı Kültigin Yazıtları’nda kayıtlı şu nasihatlerini Pakistan’da siyaset ile uğraşan yöneticilere armağan etmek istiyorum:

“Çinlilerin sözleri tatlı, ipek kumaşları yumuşaktır, tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak budunu kendilerine yaklaştırırlar. Sonra da içlerine girer, kötülüklerini yaparlar. Çinliler, kendilerinden olmayan bilgili kişileri, kendilerinden olmayan alp kişileri yaşatmazlar. Yanılıp onlara inananlar, kendi soylarına en yakınlarına ve budununa yararlı olmaktan çıkarlar. Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipek kumaşlarına aldanan pek çok Türk yok oldu. Türk budunu sen çoğu kez hep böyle aldanıp öldün.”

Kültigin Yazıtı’nın, bir diğer yönünde ise “Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti “İl” yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş.” diye kayıt düşmüştür.

Ayrıca Müslüman ülkelerin yöneticilerinin Peygamber Efendimizin hadis-i şerifini tekrar hatırlamalarında yarar olduğunu düşünüyorum.

“Müminler; birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkat göstermekte tek vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organlar da acı çekip uykusuz kalır.”
(Cem’ul fevaid el Rudani, Edeb, 7820; Buhârî; Muslim)


[1] Muhammed Emin Buğra arşivleri No: 5.11.5-02.

[2] Bu 1,5 milyon sterlin ile daha sonra Türkiye Cumhuriyeti tarafından şimdiki İş Bankası kurulmuştu ve büyük kısmı da dönemin CHP’si için harcanmıştır.

[3] Muhammed Emin Buğra arşivleri No: 5.11.5-01.

[4] Türkiye’de herkesçe tanınan efsane lider İsa Yusuf Alptekin 1901 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kasabasında doğdu. 17 Aralık 1995’de İstanbul’da hakkın rahmetine kavuştu.

[5] İsa Yusuf Alptekin’ın Mücadele hatıraları 1.cilt 344.s

[6] İsa Yusuf Alptekin’ın Mücadele hatıraları 1.cilt 345.s

[7] Doğu Türkistan’dan Pakistan (Hindistan)’a yapılan göçler sırasında iki ülke vatandaşları arasındaki binlerce senelik İslami kardeşlik ve derin akrabalık bağlarını temsil eden önemli gelişmeler yaşanmıştır. Doğu Türkistan’dan Pakistan’a göç eden Uygur büyüklerimizden birinin Pakistan’ın Gilgit şehrinden telefonla bana aktardığı bilgilere göre, 1878’de yaşanan Çin işgalinden öncesi ve sonrası bölgeden çok sayıda Kaşmirli, Pashtun (peştun), Afgan ve Baltistanlı Müslümanlar ticaret ve hatta Uygurların kurtuluş mücadelelerine destek vermek gibi değişik amaçlarla Doğu Türkistan’a gelip yerleşmiş, Uygurlar ile evlenerek kardeşlik bağlarını daha da güçlendirmiştir. 1933’te Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti tekrar Çin İşgaline uğrayınca bağımsızlık mücadelesinde yer alan Uygurlar ve muhacirler fişlenmeye ve tutuklanmaya başlar. Çin zulmeden kurtulmak için Afganistan ve Hindistan’a yönelik ilk göç, bu dönemde gerçekleşir. Özellikle aslen Kaşmirli, Pashtun (poştun), Afgan ve Baltistanlı olan Müslüman muhacirlerden göç etmek istemeyenler Kaşgar’daki İngiliz Konsolosluğu’na başvurarak, kendilerinin Hindistan (Pakistan)’dan gelen göçmenler olduğuna dair resmî belge çıkarmakla beraber, dönemin İngiliz Konsolosluğu, Çin işgalci hükümeti valisi ile yürütülen görüşmeler sayesinde tutuklanmaktan kurtuluyor ve bir kısmı da bazı Uygurlar ile birlikte göç ediyor.  1944’te tekrar bağımsızlığını ilan eden Doğu Türkistan Cumhuriyeti, beş yıl sonra 1949’da komünist Çin hükümetinin işgaline uğrayınca ve 1951’de başlanan “toprak reformu” bahanesiyle bütün çiftçilerin topraklarına el konulunca artık Doğu Türkistan yaşanmaz hale geliyor.  Ellerinde yabancı muhacir olduğuna dair belgeleri olan insanlar, kendi ülkelerine dönme talebinde bulunarak, Pekin merkezi hükümetin onayı ile 1957 ve 1962 yılında büyük kafileler halinde Pakistan’a göç ediyor. Bunun üzerine Pakistan hükümeti tarafından Gilgit’e gönderilen inceleme komisyonu, gelenlerin kimlik bilgilerini haftalar süren incelemeden geçirdikten sonra gerçekten aslen Pakistan’ın yerleri olduğu belirlenen 200 civarı göçmene Gilgit’in 30 kilometre güney batısındaki “Pharı” köyünde ellişer dönüm arazi tahsis ederek yerleştiriliyor, diğer göçmenler ise Pakistan’ın değişik şehirlerine giderek, kendi başlarının çarelerine bakmaya müsaade ediliyor. “Pharı” köyü ise günümüze kadar “Kaşgar Pharı” ya da “Kaşgar Kaloniy” adıyla tanınmaktadır.

[8] http://archive.law.fsu.edu/library/collection/LimitsinSeas/IBS085.pdf

Ahmad Faruqui, “Failure in Command Lessons from Pakistan’s India Wars”, Defense Analysis, 2001.

[9] http://akademikperspektif.com/2012/05/04/isa-yusuf-alptekin/)

[10] http://www.uyghurnet.org/24267-2/