Kitaplığımın İstanbul köşesinde bir kısrak başı gibi uzanıp geri çekilen isimlere nazar ettiğimde, Sâmiha Ayverdi’nin kimi zaman ferahfeza, bûselik, çoğunlukla da hicaz hûmayun ve hüzzam faslının ağır lakin düşlere dokunan tınılarını duyuyorum. Reşit Güngör Kalkan yazdı.
Sâmiha Ayverdi’yi nazarıma çeken ilk eser “Ne İdik Ne Olduk” idi. Yaşımın kemal devrinden hayli uzak zamanlarda adeta yutarak, kana kana okuduğum bu eser, şahane bir bahtın, malumatfuruşluktan öte ve dahi ‘hasret’ tanımıyla özdeş, ince hesaplarını göz önüne seriyordu.
Malum, söz vaktinde açılırmış; erguvan mevsimi dediğin, Gerard de Nerval’in gümüşlenerek akan Boğaz’dan, herkesten gizlediği iltihaplı çehresiyle geçerken seyre dalıp aldığı notları okumak değil; bilakis, buhranlar kat eden ve nezaket kelimesinde istiflenen, evet, enikonu manevi annemiz olmuş merhume Sâmiha Ayverdi’nin külliyatında hıfz eylediklerimizdi. Hemen belirtmeli ki İstanbul seyyahlarının yekûnu için ilgilisine yol gösterecek değiliz elbet. Lakin içinde Sâmiha Ayverdi geçen bir yazı adına, çokça kahve içip sohbeti tavında döğerek harlayabilecek kudretimiz de vardır elhamdülillah.
Yalanı yurt edinmişleri bir kenarda tutacak olursak, inancım o ki eskinin, eskimiş İstanbul’un kâğıda düşen tadını ve bu tada sinmiş üslûbun hakkını zarafetiyle helal eyleyen Sâmiha Ayverdi dışında başka kaç isim sayılabilir dersiniz? Bir lahzacık soluklanıp ‘eski’ üzerine düşünelim de tadımız şimdiden kaçmasın…
Osmanlı bakîyesini cümle tafsilatıyla külliyata döken bir hanımefendi
Reşat Ekrem Koçu’nun maatteessüf yarım kalan o meşhur İstanbul Ansiklopedisi’nin parça pinçik halini gören, okuyan gözlere -hele de münevver takımına- veyl olsun ki hazretin, sağlığında hikâye ettiği köşe bucak İstanbul nesrine dair fotoğrafların birçoğunu bizatihi elleriyle resmettiği rivayet edilir. Bir çeşmenin yahut da kuş evinin surete gelmezliği karşısında gidip yerinde incelediği ve inceden inceye kâğıda düşürdükten sonra fasikülde tab ettiği kayıtlar arasındadır. Bu fasıl şuraya uzanır ki, Sâmiha Ayverdi bütün külliyatı boyunca sadece İstanbul payitahtını değil, geleneğin modernizm karşısındaki tutumunu inkılâplara rağmen resmederken ortalığı kasıp kavuran o dehşetengiz galeyanlar devrinde yangından kurtarabildiklerini takdire şayan bir çaba ile aktarabildi yeni nesle. Bu cümlenin öznesi elbette Sâmiha Ayverdi. Şüphe yok ki Türkiye özelinde İslâm ve modernizmin kavram karşıtlığı arasında asılı durduğu yer de tam olarak burasıdır. Ey okur, sözde münevver sınıfın taştan ve dahi kâğıttan putları kutsadıkları devirde, yaşadıklarını gün gün not eden ve Osmanlı bakîyesini cümle tafsilatıyla külliyata döken bir hanımefendiden açıyoruz.
Eskinin okumuş, yazmışları katında Türkçenin inceliğine meftun, kalem işini mübarek bilen ve namına muharrir denilen mahluk, uğurladığımız yüzyılın en ziyade acılarına düçar olmuş esnafından idi. Ancak hamiş demek yerinde olur ki inkılâp hastalığına tutulmuş malum sütlü sahanlarının hemen gerisinde, alesta bekleyen Sâmiha Ayverdi, kendisine yöneltilen, “Kanaatinizce tam manası ile garblılaşabilmemiz için ne yapılmalıdır?” sorusuna dakik bir manifesto çekenlerin başında gelmektedir: “Tam manası ile garblılaşmak lazım olduğunu kim söylemiş? Buna ne sebep ne de lüzum var? Hatta, bir milletin şahsi ve milli kaftanını sırtından alıp yabancı bir kabuğun altına girmesi kadar tehlikeli ve sakat bir zihniyet tasavvur edilemez.” Ağzının payını alan Kemalist entelijansiya tüy dikmek için uygun bir zemin arayabilir.
Zaman içinde yitip giden sesler, izler ve gölgeler
İstanbul kelimesinde gizli duran ismi eyvah ki artık kimseciklerin aradığı yok. Kitaplığımın İstanbul köşesinde bir kısrak başı gibi uzanıp geri çekilen isimlere nazar ettiğimde, Sâmiha Ayverdi’nin kimi zaman ferahfeza, bûselik, çoğunlukla da hicaz hûmayun ve hüzzam faslının ağır lakin düşlere dokunan tınılarını duyuyorum. Bu tınılar, bir külliyatın ağırlığı içinde inleyen bir medeniyetin kimi zaman özlemini, hatıralarını, çoğunlukla da nedametini, hastalığını bütün tafsilatı ile sergilerken, meselenin özünde ise yakıcı bir hasret kumkuması arasında yitip gittiğimin çoğu defa farkına bile varamamışımdır. Nedir, İstanbul makamında durduğumuzdan olmalı, medeniyet ve yazı hususunda levhasının konuşulmaya değer cihannüması olduğu ‘sol’ dışında bütün gözler ondadır, amenna. Lakin andığımız İstanbul Hanımefendisinin, içinde Tanburî Cemil Bey çalan birçok eserini hatırlamayız bile. Ah, elbette, iç ve dış ahengini tam beş asır suhulet ve sükunetle müzeyyen kılan bir cemiyetin musîkisi nasıl olur da unutulur ki?
Dokunduğu her nesneyi eskiten zamanın bir ruhu varsa şayet, Sâmiha Ayverdi’nin bir ömür teksif ettiği çabayı bu yönüyle anlamak pekalâ mümkünler hanesinden sayılmalıdır. Dilini, dinini, geleneğini, cemiyete topyekûn intibak eylemiş bir ruhun bedenden sıyrılıp gitmesi karşısında Ayverdi’nin o muazzam sabrında ve kanaviçe titizliğiyle işlediği eserlerinde çarpan nabız, umulur ki sayısı boyumuzu aşkın cümle günahlarımıza kefaret olur. Bunu ziyadesiyle ummak istiyorum. Zira zaman içinde yitip giden sesler, izler ve gölgeler arasında eskimeyen rükûlarımız, secdelerimiz; mağrur ve fakat mahçup selamlarımızın karşılık bulduğu meleklerimiz vardı.
Tasavvuf, tarih, medeniyet üçgeninde Batı zorlamacılığı karşısında direnen bir milletin fotoğrafını çekti
Ayverdi’nin eserlerinde, daha doğrusu ruhiyatında üç kavram bir kalp içinde çarpmaktadır. Benim gibi boşboğazların ergenlik hallerinden başlayarak ömür törpüsü saydığı bu üç kavram, onun gölgesi ile birlikte bir ömür sürüklediği hayatının da bir özetidir kanımca: Tasavvuf, tarih, medeniyet. Dehrin sancısı içinde mana hürmetine hikmet arayışının, yazdığı romanlardan hemen sonra zuhur etmesi oldukça şaşırtıcıdır. İklim olarak varlığını kuşatan halenin birden ortadan kalkmasıyla kültürel köklerine ve dahi kimliğine dair gerçekliğini romanın dışına taşırma gayreti onu büsbütün kurtarır nostalji, belki de muhite matuf kartpostal âleminden. Ken’an Rifâî Efendi’nin sohbetleri sonrası tarih ve medeniyet dairesinde yıllar süren varlık sorgusu etrafında sarraf titizliğiyle telif eserler ortaya koyması bu açıdan hiç de şaşırtıcı değildir. Değil mi ki Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyet devirlerinin aile, toplum, gelenek, yönetim kelimeleri arasında bir köprü kurmuştur kendisine.
“Neyi kaybettiğini hatırla” epigrafının Türk kültür ve irfanı içinde taşıdığı ayrıcalık Ayverdi’nin halaskâr tutumunda karşılığını bulmuştur denilse yeridir. Bir mirası canhıraş bir sevda ile sahiplenen ve sözünü ettiğimiz tasavvuf, tarih, medeniyet üçgeninde Batı zorlamacılığı karşısında direnen bir milletin fotoğrafını çekmiştir. Sermayesi tefekkür sahasında biriken Osmanlı’nın kaderiyle baş başa kaldığı ve insicamını kaybetmeye başladığı demlerde, yazdığı eserlerde çın çın öten esaslı çağrıyı duymamak mümkün değildir. Kaybedilen ve yitirilen arasındaki farkı bütün külliyatı boyunca künhüne vakıf kavrayarak bir anne şefkati ve muhabbetiyle sunar bu aziz millete.
Doğruluğunda hemfikir olduğumuz en önemli ayrıcalık şudur ki, evet, Sâmiha Ayverdi bizim manevi annemiz idi. Zira içimizde hep erguvan mevsimi çağıldıyor.