İnsanın kurduğu kültür ve medeniyette, “ilim”, “sanat” ve “din” âdeta “üç sütun” gibidir. İnsanlık, bunlara dayanarak yücelebilmektedir. Yahut, insanlık, kendini koruyup geliştirecek “üç sığınak” bulmuştur; bunlar “laboratuvarlar”, “sanat galerileri ve evleri” ile “mabedlerdir”.
Bu durum aynı zamanda, insanın, eşya ve varlık karşısında, “üç tavrını” da ele verir. Gerçekten de bizim için herhangi bir obje, hem bir “laboratuvar malzemesi”, hem bir “sanat ham maddesi” ve hem de “ilahi bir haberdir”. Düşünün, insanoğlu, bir “gülü” bir “kelebeği”, bir “insanı” bir ilim adamı olarak “laboratuvarda” didik didik edebilir, bir sanatkâr olarak “estetik bir âbide halinde” yorumlayabilir ve bir mutasavvıf olarak “ilahi sıfatların birer tecellisi” biçiminde görebilir. Söyler misiniz? İnsan, canlı ve cansız varlıkları laboratuvarda tahlil ederken mi, yoksa bir şair bir, müzisyen, bir edip, bir heykeltıraş, bir ressam olarak duyguları ile bulaştırarak yoğururken mi, yahut bütün bunların ötesinde bu varlıkların, “kitab-ı ekber” olan kâinatın içine serpiştirilmiş birer “İlâhi mesaj”, birer “İlâhi haber” ve yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile birer “âyet” olarak yorumlandığı zaman mı daha haklıdır? Bu, çok zor bir sorudur? İnsanın, “bu üç tavrını” da kabul etmek zorundasınız. Çünkü, bütün tarih ve medeniyeti içinde, insan, bu tavırlarını ortaya koyarak kendini tarif etmiştir. İnsanı, bunların dışına atamazsınız. Yani, insanı, ilimsiz,
sanatsız ve dinsiz bırakamazsınız. O, “gülü”, bazan laboratuvarda inceleme konusu yapacak, bazan vazosuna koyup ondaki estetiği duyacak, bazan da onu, bir “İlâhi mesaj” olarak görecek ve “Yaradan’a hayran” olacaktır. İnsan, budur. O, varlığa ve hayata bu tavırlar içinde yaklaşamazsa, mutlaka ıstırap çeker, insanı, mutlu kılmayı düşünenler, onu, kendi realitesi içinde kavramak zorundadırlar. İnsanın realitesini kavrayanlar, ilmin de, sanatın da, dinin de realitesini kavrarlar. Bunların hepsini veya birini inkâr, gerçekte insanın inkâr ve ihmal edilmesi demektir.
Bize göre, “ilim” objektif gerçeği, “sanat” sübjektif gerçeği, “din” mutlak gerçeği aramak demektir. Üstelik, bunlar; ferdî ve İçtimaî hayatta, bir arada ve iç içe bulunurlar. İnsanlık, bütün tarihi boyunca, bu “üç gerçeği” koşturup durmuştur. O laboratuvarda iken “eşyanın dili ile düşünmüş”, sanatkârken,
fert ve cemiyet olarak, özlemlerini, ıstıraplarını ve çilelerini birer “beşerî çığlık” biçiminde ortaya koymuş, dindarken bütün kâinatın “Allah’ı zikreden varlıklarla” dolup taştığını müşahade etmiştir. İnsan “ilim adamı” iken varlıklardan gelen “objektif mesajlar”, sanatkârken varlıklardan gelen
“sübjektif mesajlar”, bir peygamber, bir veli, bir dindarken varlıklardan taşan “İlâhi mesajlar” karşısında heyecanlanır. Hele hele bir peygamber, atom atom, hücre hücre, lif lif, yıldız yıldız bütün varlığın ve kâinatın “Allah, Allah” diye ürperdiklerini, seslendiklerini görür ve idrak eder. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’e göre, “Allah, bize şahdamarımızdan daha yakındır.”
Ancak, unutmamak gerekir ki, “Allah” mutlak varlıktır. O, varlığın sırrıdır. O, “varlığımıza çok yakın ve fakat idrakimize uzaktır”. Elbette Mutlak Varlık vardır. Aksi halde “mutlak yokluğa inanmak zorunda kalacaktık. Oysa, “mutlak yokluk” yoktur. Müşahede ettiğimiz bütün bu “itibari varlıklar”, sadece ve ancak Mutlak Varlık ile “varlıkta durabilirler”. Bu sebepten, biz Müslümanlar, Allah’ı görmeyiz ama, “görür gibi” biliriz.
Seyyid Ahmet Arvasi
Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz